Sayfalar

Pages

11 Ekim 2021 Pazartesi

Gazi nin Kağnıları

 “Ben Kurtuluş Savaşı sıralarında Ankara'nın Samanpazarı semtindeki bir askeri hastanede sağlık memuru idim. Hastane dedimse öyle ahım şahım bir bina ve kurum aklınıza gelmesin. Burası, o zaman ilk Rus Elçiliği binasının arkalarına düşen koca bir konak bozuntusu ve bozuk bir evdi. Odalar, koridorlar, merdivenler, haraplıktan gıcırdar dururdu.



O günlerde savaş cephelerinden durmadan hasta ve yaralı askerler buraya sevk ediliyordu.
Hastanemiz yüzlerce yaralı ve hasta ile ağzına kadar doluydu. Buna rağmen binada sağlık personeli olarak bir ben, bir tek de doktor vardı.
Nizamiye kapı nöbetçimiz, ünlü kadın kahraman Kara Fatma idi. Elimizde ilaç yoktu ve ameliyat aletleri pek basit ve sınırlı şeylerdi.
Tek doktor ise bir operatör bahriye binbaşıydı. Sarı saçlı, yakışıklı, babacan bir deniz subayı. Kasımpaşa'dan kaçarak gelmiş buraya. Üstelik sesi de güzel ve yanık. Bir taraftan hem yanık türküler söyler, hem de isli bir petrol lambasının altında yaralıların ameliyatını yapar, kurşunları çıkarır, masanın üstüne dizerdi. Gündüz süre yetmediği için gece de bu kesmeli, biçmeli, dikmeli. Operasyonlar geç vakitlere kadar devam ederdi. Bu esnada ben de bayılan yaralıların başucunda eter koklatır ve kendine yardım ederdim. Tabii o vakit hemşire filan hak getire.
Ayrıca balık istifli yaralı ve hastaların inilti, feryat ve figanları çevreden duyulurdu.
Yokluk ve yoksulluk diz-boyu, battaniye, karyola vs. bulmak veya almak olanaklı değil.
Üst makamdan bazen çaresiz istersek resmen: "Var olanla yetinin" diye yanıtlanırdı.
Yine kanlı cephe muharebelerinden sonraki gecelerden birindeyiz. Hastane iyileşmemişleri bile taburcu ettiğimiz halde yaralılarla dopdolu. Tek operatörümüzle ameliyat odasındayız. İsli petrol lambası tepemizde. Ortalık dağınık, karışık, ben yerimdeyim. Doktorun sarı saçları terli anlına yapışmış. Beyaz gömleği kan ve leke içinde. Ağzında tatlı, özlemli, bir İstanbul türküsü, ha bire yaraları kesiyor, biçiyor, temizliyor, sarıyor, dikiyor. Bir yaralı masadan kalkarken yerine başkası yatırılıyor.
Tam bu sırada odaya bir kaç gölge ve ayak seslerinin girdiğini hissettim. Ve sertçe bir ses: “Kolay gelsin doktor bey!” dedi.
Başlarımızı uzatarak dikkatle baktık. Gelen Gazi Mustafa Kemal Atatürk'tü.
Sessizce binadan içeri girmişti, elinde bir kırbaç vardı. Hâl ve hatırımızı sordu ve: “Doktor, hele bir hastaneyi gezelim,” dedi. Hep beraber odaları, koğuşları, koridorları gezerken ve yaralıları üst üste balık istifi tahtalar üzerinde görünce, Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün gözleri birden şimşeklendi ve “Kaç hastanız var? Karyola, battaniye ve yatağınız yok mu?” Doktor, altı yüz hastanın olduğunu, var olan yüz karyolayı kurduklarını ve gereksinime yetmediğini söyledi. Gazi bir an düşündü sonra: “Şimdi beş yüz tane yatak ve karyola göndereceğim. Hem iki saate kadar bunların hepsi kurulmuş olacak ve yerde yatan tek bir nefer görmeyeceğim!” dedi.
Ellerimizi sıkarak yanındakilerle birlikte hızla ve yıldırım gibi hastaneden uzaklaşıp gitti.
Uykulu gözlerle saate baktık; gece yarısından üç saat sonralarıydı.
Tabiple birbirimize bakıştık. O zamanın Ankara'sında ve savaşın en civcivli günlerinde bir gece de iki saatte değil beş yüz karyola ve yatak, elli tane bile zor bulunuyordu. İnanmadık, odamıza uykuya çekildik.
Neden sonra idi ki kapının vurulmasıyla derin yorgun uykumdan uyandım.
Kapıdaki er: “Gazi'nin yatakları geldi, hemen kurulacak!” dedi.
Kulak verdim, etraftan gıcır gıcır bir sel halinde sesler, uğultular, sert emirler birbirine karışıyordu. Pencereden şöyle bir başımı uzattım. Sayısız kağnılar birbiri ardınca gıcırtılarla Samanpazarı yokuşu yollarından hastaneye doğru akıyordu. Tanyeri neredeyse ağaracak gibi. Henüz aradan iki saat geçmiş bulunuyor. Gazi'nin buyruğuyla beş yüz yatak ve karyola aynı gece Ankara'nın evlerinden teker teker toplanarak kağnılara yükletilmiş. İşte gelen onlardı.
İçlerinde öyleleri vardı ki daha hiç kimse yatmamış. Alta serilmemiş.
Kar gibi, genç kızların rüyası olan gelinlik çeyizleri idi. Nice sırmalı, nakışlı örtüler, yastık yüzleri, atlas yorganlar, daha katlarından açılmamıştı bile.
Hayretler içinde kaldık. Sevinç göz yaşlarımızı tutamadık.
Bütün ömrüm boyunca inandım ve gördüm ki, her zaman ve her çeşit koşullar altında Atatürk'ün kağnıları onun buyruğunu zamanında yerine ulaştırırdı.”
Kaynak: İbrahim Göktürk'ün 10 Kasım 1964 yılında Ulus Gazetesi'nde yayımlanan “Gazi'nin Kağnıları” yazısında Zihni Kavukçu'nun ağzından pek bilinmeyen bir Ankara gecesi.

MUSTAFA KEMAL'İN KAĞNISI

Yediyordu Elif kağnısını,
Kara geceden geceden.
Sankim elif elif uzuyordu, inceliyordu,
Uzak cephelerin acısıydı gıcırtılar,
İnliyordu dağın ardı, yasla,
Her bir heceden heceden.


Mustafa Kemal'in kağnısı derdi, kağnısına
Mermi taşırdı öteye, dağ taş aşardı.
Çabuk giderdi, çok götürürdü Elifçik,
Nam salmıştı asker içinde.
Bu kez yine herkesten evvel almıştı yükünü,
Doğrulmuştu yola önceden önceden.

Öküzleriyle kardeş gibiydi Elif,
Yemezdi, içmezdi, yemeden içmeden onlar,
Kocabaş, çok ihtiyardı, çok zayıftı,
Mahzundu bütün bütün Sarıkız, yanı sıra,
Gecenin ulu ağırlığına karşı,
Hafifletir, inceden inceden.

İriydi Elif, kuvvetliydi kağnı başında
Elma elmaydı yanakları üzüm üzümdü gözleri,
Kınalı ellerinden rüzgâr geçerdi, daim;
Toprak gülümserdi çarıklı ayaklarına.
Alını yeşilini kapmıştı, geçirmişti,
Niceden, niceden.

Durdu birdenbire Kocabaş, ova bayır durdu,
Nazar mı değdi göklerden, ne?
Dah etti, yok. Dahha dedi, gitmez,
Ta gerilerden başka kağnılar yetişti geçti gacır gucur
Nasıl dururdu Mustafa Kemal'in kağnısı.
Kahroldu Elifçik, düşünceden düşünceden
Aman Kocabaş, ayağını öpeyim Kocabaş,
Vur beni, öldür beni, koma yollarda beni.
Geçer götürür ana, çocuk, mermisini askerciğin,
Koma yollarda beni, kulun köpeğin olayım.
Bak hele üzerinden ses seda uzaklaşır,
Düşerim gerilere, iyceden iyceden.


Kocabaş yığıldı çamura,
Büyüdü gözleri, büyüdü yürek kadar,
Örtüldü gözleri örtüldü hep.
Kalır mı Mustafa Kemal'in kağnısı, bacım,
Kocabaşın yerine koştu kendini Elifçik,
Yürüdü düşman üstüne, yüceden yüceden.

Fazıl Hüsnü DAĞLARCA

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder